|
|
|
Yer ve göklerin âyetleri
“Kitab-ı kâinat” deyimini Bediüzzaman pek sık kullanır. Gerçekten de kâinat okunmakla bitmeyecek, ders ve ibretleri tükenmeyecek bir muhteşem kitaptır. Ve Yüce Kur’ân’ımız gibi, onun da âyetleri vardır. Kur’ân âyetlerinin anlattığını, kâinat kitabının âyetleri de kendi dilleriyle bize anlatır; Kur’ân ve kâinat, böylece, karşılıklı olarak birbirlerini şerh ederler.
Kur’ân, âyetlerinin önemli bir kısmında bizim ibret nazarlarımızı kâinat kitabının âyetlerine çevirir. Rum Sûresinde peş peşe gelen şu âyetler buna bir örnektir; bu âyetler kâinatın sayfalarını birer birer açarak önümüze sermekte ve bizden de bu sayfaları dikkatle okumamızı istemektedir:
Sizi topraktan yaratması da Onun âyetlerindendir. Sonra siz birer beşer olarak yeryüzüne yayılırsınız.
Hemcinslerinizden, kendilerine ısınacağınız eşler yaratması ve aranıza merhamet ve sevgi vermesi de Onun âyetlerindendir. Tefekkür eden bir topluluk için bunda ibretler vardır.
Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir. Bilgi sahibi olanlar için bunda ibretler vardır.
Gece uyumanız, gündüz Onun lütfundan rızkınızı aramanız da Onun âyetlerindendir. Kulak veren bir topluluk için bunda ibretler vardır.
Size ümit ve korku içinde şimşeği göstermesi ve gökten bir su indirerek onunla ölmüş yeryüzünü diriltmesi de Onun âyetlerindendir. Aklını kullanan bir topluluk için bunda ibretler vardır.
Göklerin ve yerin, Onun yasalarıyla ayakta durması da Onun âyetlerindendir. Sonra sizi çağırır çağırmaz kabirlerinizden çıkarsınız.
Rum Sûresi, 30:20-25.
Dikkatimizden kaçmasın: Bu âyetler, sözünü ettikleri kâinat hadiselerini de, tıpkı kendileri gibi, birer “âyet” olarak nitelemektedir. Fakat bu âyetleri de fark etmek ve doğru bir şekilde okuyabilmek herkesin harcı değildir.
Yukarıdaki âyetlerde ve Kur’ân’ın daha başka yerlerinde, bu âyetlerden ancak “tefekkür etmek, bilgi sahibi olmak, kulak vermek, aklını kullanmak, sağduyu sahibi olmak, görecek gözü olmak, iman etmek, Allah’a karşı gelmekten sakınmak” gibi özelliklere sahip olanların ibret alabileceği vurgulanmıştır. Bunun anlamı ise açıktır:
Kur’ân’ı okumasını bilen, kâinatı da okuyabilir. Kur’ân’dan yüz çevirenler ise, aynı zamanda kâinat kitabının âyetlerinden de yüz çevirenlerdir.
Bu tespit ışığında, Yusuf Sûresinin 105. âyeti, bizi ciddî bir muhasebe ile karşı karşıya getiriyor:
Göklerin ve yerin âyetleriyle biz ne kadar ilgiliyiz? Hergün bizimle iç içe olan ve bizi her taraftan kuşatan bu âyetlere biz kulak veriyor muyuz? Yoksa, insanların çoğunluğu gibi biz de bu âyetlerin yanından aldırmaksızın geçip gidiyor muyuz?
Bu sorulara içtenlikle vereceğimiz cevap, sadece kâinat âyetlerine karşı değil, Kur’ân’a karşı da ne derece duyarlı olduğumuzu ortaya çıkaracaktır. Ne yazık ki, bugün hep “büyük işlerin” peşinde koşan insanlar, göklerin ve yerin yaratılışı, gece ve gündüzün birbirini izlemesi, bahar mevsiminde yeryüzünün dirilişi gibi olayları izleme fırsatını bulamıyorlar. Onun için, gece gündüz kâinat kitabını okumakla meşgul olan bir büyük tefekkür adamının Dünya Harbine bir gün dahi olsa dönüp de bakmaması bugünün insanlarına pek tuhaf, hattâ inanılmaz geliyor.
Lâkin, aradan biraz zaman geçince ortada ne dünya savaşları kalıyor, ne de savaşanlar veya savaştıranlar…
Göklerin ve yerin âyetleri ise, okumasını bilenlere, anlatacakları şeyi anlatmaya devam ediyorlar.
Kur’ân’ı ibret için okumak
And olsun, Biz Kur’ân’ı zikir için kolaylaştırdık. Fakat hani ibret alacak olan?
Kamer Sûresi, 54:17
Kur’ân’ın indiriliş amacını açıklayan ve bizim ona yaklaşma açımızı belirleyen âyetlerden birisi de bu âyettir. Kamer Sûresi boyunca dört defa bir nakarat gibi tekrarlanarak vurgulanan bu âyet, üç anahtar kavram ile Kur’ân’ın önemine dikkat çekmekte ve bizi ona kulak vermeye çağırmaktadır.
Bu kavramlardan biri “kolaylaştırma”dır. Ancak bu işlem sayesindedir ki biz Kur’ân’ı dinleyebiliyor, okuyabiliyor, anlayabiliyor, ezberleyebiliyoruz. Zira Kur’ân okumak demek, Âlemlerin Rabbine muhatap olmak demektir. Bu hitabın bir tarafında yer ve gökleri yoktan yaratan, maddeden ve hür türlü kayıttan münezzeh, hiçbir benzeri olmayan bir aşktın varlık, diğer tarafında ise Onun tarafından yaratılan ve bu âlemde ancak sınırlı şeyleri görüp işitebilen, duyularının erişemediği yere aklı ermeyen fâni ve âciz bir varlık vardır. Böyle bir hitabın muhatap tarafından anlaşılabilmesi için tek yol, onu muhatabın algılama seviyesine indirecek bir şekilde kolaylaştırmaktır.
Bu, bizim güneşi inceleyişimize de benzetilebilir. Biz, en yakınımızdaki bu yıldızı doğrudan doğruya teleskoplarla incelemek bir yana dursun, çıplak gözle bile ona bakamayız; zira onda beliren tecellînin şiddeti, bizim görme sınırlarımızın çok üzerindedir. Bu durumda biz güneşin teleskoplarımıza akseden görüntüsünü bir perde üzerine yansıtır ve böylece, şiddeti bir hayli azaltılmış olan bu görüntüyü inceleme imkânına kavuşuruz. Yer ve Gökler Rabbinin yarattığı sayısız yıldızlardan bir tanesinin ışığına doğrudan muhatap olamayan insan, Onun bizzat kendi hitabına muhatap olmak için, hiç kuşkusuz, bundan çok daha ileri seviyede bir “kolaylaştırma” işlemine muhtaçtır. İşte, Yüce Yaratan, bir yandan insana “beyanı” öğreterek onu Kur’ân’a muhatap olabilecek bir yetenekte yaratırken, diğer yandan da Kur’ân’ı insanın anlayabileceği bir şekilde kolaylaştırmıştır.
İkinci olarak, bu kolaylaştırma işleminin amacı, Kur’ân’da “zikir” kelimesiyle ifade edilmiştir. Hayli kapsamlı bir kelime olan “zikir” sözcüğünün başlıca anlamları arasında “hatırlama, ezberleme, düşünme, öğüt alma” gibi anlamlar vardır ki, âyetin gelişinden, tüm bu anlamların birden kastedildiği anlaşılmaktadır. Gerçekten de, Kur’ân, bu özelliğiyle taklidi imkânsız bir mucize olarak yüzyıllardır âleme meydan okuyagelmiş ve her çağda, her toplumda, her kesimden insanlar tarafından okunmuş, ezberlenmiş; kölelerden hükümdarlara, çocuklardan en seçkin bilgelere kadar herkes her zaman ondan dersini almıştır. Bu ise, Âlemlerin Rabbi tarafından insana bahşedilmiş pek büyük bir lütuf ve şereftir ki, “zikir” sözcüğünün içerdiği bir başka anlam olan “şeref” anlamında buna da bir işaret vardır.
Üçüncü olarak, Kur’ân bu beyanını bir çağrı ile noktalıyor:
“Hani ibret alan?”
Bu çağrıdaki “ibret” sözcüğü ise, Kur’ân’a bakış açımızı son derece net bir şekilde belirliyor. Önündeki mushafın sayfalarını açan insan, eğer bu kitabın ona kim tarafından gönderildiğini ciddiyetle düşünecek olursa, kendisine düşen tavrın bir ibretten başka birşey olamayacağını pek çabuk kavrayacaktır.
Bu tespit, “Meal veya tefsir okumalı mıyız?” şeklindeki sorulara da açıklık getiriyor. İnsanları bu konuda çekingenliğe iten şey, yanlış anlamlar ve hükümler çıkararak dinine zarar verme endişesidir. Oysa ahkâm çıkarmak çok özel bir iştir ve bunun için gerekli bir altyapıya ihtiyaç gösterir. İbret almak için gerekli olan şey ise, gören bir göz ile hakka yönelmiş bir gönülden ibarettir. Buna sahip olan bir kimse, Yer ve Gökler Rabbinin huzurunda olmanın bilinci ve edebi içinde Kur’ân’a kulağını verecek olursa, onda hayatına hayat katacak nice öğütler ve ibretler bulur.
Lâkin bu noktada insanı bekleyen tehlikeler de yabana atılacak gibi değildir. Zamanımızın hakim değerleri, özellikle dünya hayatının her konuda en önemli referans olarak alınması, Kur’ân’dan alınacak ibretlerin önünde çok büyük bir engel teşkil etmekte, hattâ Kur’ân’ın derslerini amacından saptırma istidadı taşımaktadır. Ancak bu konuda da Kur’ân’ın uyarıları mevcuttur; bu uyarılara kulak veren insan, her zaman Kur’ân’dan doğru bir şekilde dersini alabilir ve bu derslerde kendisini Rabbinin rızasına yaklaştıracak bir yol bulabilir:
“Kur’ân’ı okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”
Nahl Sûresi, 16:98.
“Kur’ân okunduğu zaman susun ve dinleyin ki rahmete erişesiniz.”
A’râf Sûresi, 7:204
Kur'an-ı Kerim'e göre İnsanın Yaratılışı
Kur'an-ı Kerim, insanın muhtelif yaratılış devrelerinden bahseder. Bunu ana hatlarıyla ikiye ayırmak mümkündür. Birisi; ilk insan Hz. Adem (as)'ın, ikincisi de diğer insanların yaratılmasıdır. Bu farklı yaratılışlara bazen ayrı ayrı ayetlerde, bazen de aynı ayette dikkat çekilir. Nitekim Mü'minun suresinde;
"Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık. Sonra onu (Hz. Adem'in nesli olan) insanı sarp ve metin bir karargahta (rahimde) bir nutfe (zigot) yaptık. Sonra o nutfeyi alaka (yapışan şey) haline getirdik, derken o alakayı mudga (bir çiğnem et) yaptık, o bir çiğnem eti kemik(lere) çevirdik (ve) o kemiklere de et (kaslar) giydirdik. Sonra onu başka yaratılışla inşa ettik (can verdik, konuşma verdik)..."
(Mü'minun, 12-14).
Görüldüğü gibi, insanın ilk yaratılıştan itibaren geçirdiği devreler safha safha nazara verilmektedir. Bunlardan kendi yaratılış devrelerimizi anlamak, ilk yaratılışa da ışık tutacaktır.
Yukarıdaki Ayet-i Kerimede geçen yaratılışla ilgili hususlara, bir hadis-i şerifte de işaret edilir:
"Her birinizin yaratılışı ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toparlanır. Sonra aynen öyle (40 gün daha) alaka (yapışan şey) olur. Sonra yine öyle (bir 40 gün daha) mudga (et parçası) halinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler..."
(Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, VIII, 114).
|
Sperm ve Yumurta
|
Bu hadiste, zigot, morula ve blastula safhaları, derlenip toparlanma devresi (nutfe) olarak ifade edilmiştir. Bugün embriyoloji ilminin tespiti de yukarıda bahsedilen gelişim devrelerine paralellik gösterir. Yumurtalık kanalında döllenen yumurta, ana rahmine doğru inmeye başlar. Daha inerken bile bölünmektedir. Ana rahmine gelen yumurta, plasenta (eten=eş) oluşunca mukoza ve kasları içine iyice yapışarak gömülür. Bir başka ifade ile tohum gibi ekilir. Bu safha, ayet ve hadislerde "alaka" (*) (yapışan şey) kelimesiyle ifade edilir.
|
Mudğa
|
Buradaki embriyo, çıplak gözle görülmeye başladığı zaman, küçük bir et kütlesi (mudga) halindedir. Bulunduğu yerde gelişir ve kademe kademe bir insan şeklini almaya başlar.
Bugün ilim, insanın yaratılışı hakkında Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin ortaya koyduğu hükümlerin ancak bir kısmını tesbit edebilmiştir. Mesela; his ve duygular, bu maddi gelişimin hangi safhasında vücutta yerini almaktadır? İlim buna henüz bir cevap bulamamıştır. Peygamberimiz (sav) ise, 120 gün sonra ruhun geldiğini bildirmekle, insan vücudunu süsleyen duyguların göreve başladığı zamana işaret etmiştir.
Zigot teşekkülünden itibaren 120 gün kadar cenin sadece büyüme kanununa tabidir. Yani, bu devre içinde hücreler bölünür ve farklılaşır. Aynı büyüme kanunu, bitki ve hayvan embriyolarında da cereyan eder. Bir başka ifade ile cenin, 120 gün sonra insan mertebesine yükselir. Nitekim bu duruma ayette; "... sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık..." (Mü'minun, 14) beyanı ile dikkat çekilir.
Hz. Adem (as)'in topraktan yaratıldığını bildiren pek çok ayet vardır. "Allah sizi (Hz. Adem'i) bir topraktan, sonra bir meniden (Hz. Adem'in neslini) yarattı." (Fatır, 11). Şu Ayet-i Kerimelerde de insanın topraktan yaratıldığı belirtilir: 3/59; 18/37; 22/5; 35/11; 40/67; 30/20.
İlk insanın yaratılışında da günümüzdeki yaratılış gibi çeşitli devreler yer alır. "O'dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde, 7).
Şu ayette de bu çamurun mahiyetinden bahsedilir:
"Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık..." (Hicr, 26).
Bu Ayet-i Kerimelerden, yaratılışın; toprakla başladığını, daha sonra bunun çamur halini aldığını anlamak mümkün. Bu çamur da süzülerek çamur özü hasıl olmuştur. "Andolsun ki biz insanı çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yarattık." (Mü'minun, 12). Daha sonra balçık halini alan bu çamur özünün zamanla değiştiği ifade edilir. "(İblis: "Ben bir salsaldan (kurumuş çamurdan) değişken bir balçıktan (Hamein mesnun) yarattığın insana secde edemem" dedi" (Hicr, 33).
Bazı müfessirler "insanı bir nutfeden yarattık" hükmünün, Hz. Adem (as) için de geçerli olabileceğini ileri sürerler. Onlara göre bu balçıktan nutfe hasıl edilmiştir. (Elmalılı, V, 3058).
|
Cenin
|
Bu safhaya kadar olan gelişmeler, günümüzdeki ceninin ilk dört aylık (120 günlük) durumuna benzerlik gösterir. Midedeki besinlerden spermanın süzülerek çıkarıldığı gibi, çamur da süzülerek çamur özü (sülale) hasıl edilmiştir. Bir müddet bu halde kalan çamur özü, balçık şeklini (Hamein mesnun) almış ve daha sonra katı hale (salsal) sokulmuştur. Bu devreden sonra kuruyan bu balçığa insan şekli verildiğini anlıyoruz. "... sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: "Adem'e secde edin" dedik..." ('Araf, 11).
Nuh suresinde ise, gerek ilk insan ve gerekse insan neslinin merhale merhale yaratılışına da işaret edilir: "Halbuki O, sizi çeşitli merhaleler halinde yarattı." (Nuh, 14).
İlk insanın bu safhaya kadar bitki ve hayvanlarda görülen büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunlarına tabi olduğu söylenebilir. Artık bundan sonra ceninde olduğu gibi, yeni bir yaratılış safhası başlayacaktır. Yani, ruh bedene gelecektir. Çünkü, insanın terkip ve tesviyesi tamamlanmıştır.. "..sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık..." (Mü'minun, 14). "Onun (şeklini) düzeltip ona ruhumdan üflediğim zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın" (Sa'd, 72).
Şu Ayet-i Kerimede de yaratılışın bütün safhalarına işaret edilir: "Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz şu muhakkaktır ki biz sizi(aslınızı) topraktan, sonra (onun neslini) insan suyundan (spermadan) sonra alaka (yapışan şey)'dan daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kudretimizin kemalini) apaçık gösterelim diye (yaptık) sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz." (Hacc, 5).
Bu Ayet-i Kerimenin son bölümündeki hükümler, yani yaratılışta tabi olduğumuz kanunlar, günümüzde aynen cereyan ediyor. Bu bize, ayetin başında zikredilen topraktan yaratılmanın da vuku bulduğunu ifade etmez mi? Bütün bunlarla Cenab-ı Hak, dilediğini dilediği şekilde yaratacağını göstermiştir.
İnsan vücudundaki elementlerin büyük bir kısmı toprakta mevcuttur. Özellikle balçık ve yapışkan çamurda karbon (C—4) ve (N—3) molekülleri eksi değerlidir. Bunlar, topraktaki oksijen, fosfor ve hidrojenle kolaylıkla birleşerek insan vücudunun teşkilinde önemli görev almış olabilir. Ama bütün bunlar, bir kudret olmadan nasıl şekilden şekle girecektir?
Günümüz insanı her şeyi, kendi akıl ölçüleriyle değerlendirmeye çalışır. Eline bir avuç çamur alır, bundan insanın nasıl yaratılabileceğini düşünür. Bir çamura, bir de kendisine bakar. Arada hiç benzerlik yok. Ona göre bundan, ya tuğla veya çömlek yapılabilir. Çünkü kendi gücü buna yetmektedir.
Aslında tek hücreden insan yaratılması, çamurdan insan yaratılmasından daha kolay değildir. Gözle görülemeyecek kadar küçük bir hücreden, dokuz ayda şuur ve akıl sahibi bir insan süzülüyor. Zigotun bebek haline gelinceye kadar geçirdiği değişiklikleri adım adım takip etmek mümkün. Ama, hadisenin izahını nasıl yapacağız? Hangi kudret kalbi tanzim ediyor; baştan gözü, ağızdan dişi çıkarıyor? Hem de, Hz. Adem (as)'den beri bütün insanlarda aynı kanunlar hükmünü icra ediyor. Şunu itiraf etmek durumundayız ki, insanın yaratılışı gerçekten bir mucize. İster ilk insan, isterse günümüz insanı olsun, bu hüküm hepsi için geçerli.
Meselenin anlaşılmasındaki güçlük, sanırım yanlış kıyastan ileri geliyor. Biz, kainattaki hadiselerin cereyan tarzını devamlı kendi güç, kuvvet ve ilmimizle mukayese ediyoruz. Tabii ki, sonuçta işin içinden çıkamıyoruz. Halbuki bu hadiselere Cenab-ı Hakk'ın kuvvet, kudret ve ilmi noktasından bakmak gerek. O zaman, her şeyin gerek vücuda gelmesi, gerekse ortadan kalkması o kadar kolay olur ki, şüpheye mahal kalmaz.
İlk insanın yaratılışını açıklamak hususunda evrimciler çıkmaz yoldadırlar. Bunu kendileri de itiraf ediyorlar. O halde, "Yapan bilir, bilen konuşur" kaidesince, yapanın beyanına kulak vermek gerekiyor. O, insanı topraktan yarattığını bildiriyor. "Muhakkak sizi topraktan yarattık..." (Hacc, 5). Hem de en güzel şekilde. "Biz insanı en güzel biçimde yarattık" (Tin, 4). On defa evrimcileri dinleyenlerin, hiç olmazsa bir defa da Yaratan'ın fermanlarına nazar etmesi gerekmez mi?
(*) "Alaka" kelimesinin manalarından birisi "kan pıhtısı" diğeri de "yapışan" veya "asılıp tutunan şey"dir. "Yapışan şey" ceninin bu safhasına daha uygun düşmektedir.
Bir Kur’ân mucizesi: Ebu Leheb
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Ebu Leheb’in iki eli de helâk olsun—nitekim oldu da.
Ne malı bir fayda verdi ona, ne kazandıkları.
Yakında o alev alev bir ateşe girecek.
Karısı da beraber girecek: O odun hamalı,
Boynunda liften örülmüş urganıyla.
Tebbet (Mesed) Sûresi
KUR’ÂN, hayatın en önemli gerçeklerini, yine hayatın kendisi içinden alınmış gerçek kesitler halinde bize sunar. Bunu yaparken de bir olay veya bir şahıs içinde, pek çok ibret nümunelerini birden toplar. O canlı vak’aya ibret gözüyle bakanlar, geçmişte yaşanmış bir olayın veya orada sözü edilen fâni bir şahsın kendisine takılıp kalmaz; o vak’anın içinden, kıyamete kadar bütün insanlık için geçerli olacak dersler çıkarırlar.
Ebu Leheb ile ilgili sûre de Kur’ân’ın bize sunduğu canlı ibret levhalarından birisidir. Burada, biz iman ehline düşmanlıkta sembolleşen bir tiple karşılaşırız. Bir defa bu sembol kişinin adı, “alev babası” anlamına gelmektedir ki, onun kişiliğine de, hak ettiği âkıbete de bundan daha doğal bir isim düşünülemez. Kur’ân da zaten onu “alev alev bir ateşle” müjdeliyor.
Ayrıca bu kişi, kendisinden düşmanlık beklenebilecek en son kişilerden birisidir. Eğer Hz. Peygambere kendi yurdunun insanları da dahil olmak üzere bütün dünya karşı çıkacak olsa, herhalde onun yanında yer alacak birkaç kişiden birisi, yahut en başta geleni, kendi öz amcası olmak gerekirdi. Peygamber Efendimizin yetimliğini de dikkate alırsak, Ebu Leheb’den beklenecek şeyin bir baba şefkat ve himayesinden başka birşey olmayacağı açıktır. Lâkin o, Peygambere yakınlığına hiç mi hiç yaraşmayacak ve ona nesep itibarıyla en uzak kimseden bile beklenmeyecek bir şekilde, Hz. Peygambere ve onun getirdiği dine karşı düşmanlık gösterdi—karısı da onunla beraber. Akrabalığın en yakın ve samimî noktasında düşmanlığın en uç noktası olarak beliren bu ibret levhası, bizi, hayatın çok önemli bir gerçeğiyle karşı karşıya getirir ve her zaman, her yerde görülebilecek düşmanlıklar karşısında hazırlıklı bulunmamız gerektiğini hatırlatır.
Bu dersi verirken, Kur’ân, aynı zamanda, mucizelerinden birini de sergiler:
Ebu Leheb’in istikbalini, dosdoğru bir şekilde bize haber verir.
Bu âyetler indiği zaman, Peygamberimizin etrafındaki bir avuç Müslüman, Mekke döneminin ağır şartları altında var olma mücadelesi veriyordu. Daha sonra İslâm adım adım ilerledi. Müslümanlar birer ikişer çoğaldı. Bu arada, inkârda ve Müslümanlara düşmanlıkta en ileri giden kimselerden bile birçoğu kendi iradeleriyle İslâmı seçti. Ve tabii, bu kimseler, Allah ve Resulünün vaadlerine uygun şekilde, Müslüman olmakla geçmiş günahlarını affettirdiler. Hattâ onlardan birçoğu da hayatlarını İslâm uğruna feda ederek şehidlik mertebesine erişti.
Onların elindeki fırsat, aslında, Ebu Leheb’in elinde de vardı. Diğerleri gibi, Ebu Leheb de birgün gelip “Ben de Müslüman oldum” diyebilirdi. Bunu içtenlikle söylediği anda da geçmiş günahları bağışlanır, anadan doğmuşçasına tertemiz bir şekilde yeni bir hayata başlardı.
Tabii ki, o zaman, Kur’ân’ın Ebu Leheb hakkındaki haberi—hâşâ—asılsız çıkmış olurdu.
Lâkin Ebu Leheb, bu sûrenin inişinden sonra on beş sene kadar daha kâfir olarak yaşadı ve kâfir olarak öldü.
Pek garip ve ibret verici bir durumdur: Ebu Leheb’in elinde, Müslüman olmak suretiyle Kur’ân’ın bir haberini yalanlamak ve kendi bâtıl iddiasını ispat etmek imkânı vardı.
Fakat o kâfir olarak yaşamak suretiyle Kur’ân’ın haberini tasdik etti.
Böyle bir istikbali, sûrenin ilk âyeti “Nitekim oldu da” ifadesiyle vurguluyor. Zira Kur’ân’ın âyetlerinde geçmiş zaman kipiyle geçen ifadeler, çoğu zaman, istikbale ait ince işaretler taşır. Bazan bu işaretlerde geleceğin bilimsel buluşlarına, bazan da ileride doğruluğu anlaşılacak haberlere göndermeler bulunabilir ki, burada da Ebu Leheb’in istikbaldeki helâki, zamana ezel tarafından bakan Kur’ân tarafından, gerçekleşmiş bir hadise şeklinde haber verilmiştir.
Evet, Kur’ân bir haber verdiği zaman, onu yalanlayabilecek kimse olmaz.
Zaman da onu tasdik eder, dost da, düşman da.
Hattâ Ebu Leheb ile karısı da.
Kur’ân’ın anlattığı Peygamber
KUR’ÂN’IN bize Peygamberimizi anlatan ve ona uymayı emreden pek çok âyeti vardır. Bu âyetlerden biri olan Tevbe Sûresinin 128. âyeti, onu beş önemli özelliğiyle bize tanıtıyor:
1. O bir elçidir, bir peygamberdir.
2. O bizden biridir.
3. Bizim sıkıntıya uğramamız ona ağır gelir.
4. O bize çok düşkündür.
5. Mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.
Bu maddeleri alt alta sıraladığımız zaman, pek büyük bir ibret tablosuyla karşı karşıya kalıyoruz:
Âyet, onu bir elçi olarak nitelemiştir. Bu elçi, Âlemlerin Rabbi tarafından gelen bir elçidir; izzet ve şerefi pek yüksektir. Onun emrine uymak ve yasakladığı şeyden sakınmak, onu elçi olarak gönderen Âlemlerin Rabbine itaat etmek anlamını taşır. Ona isyan da, dolayısıyla, Allah’a isyan demektir.
Fakat âyet, dikkat çekici bir şekilde, onun elçiliğinden sonra sıraladığı özellikleriyle, onun heybet ve haşmetinden ziyade, bize yakınlığını vurguluyor, bize düşkünlüğünden ve bize olan şefkat ve merhametinden söz ediyor.
Burada tasvir edilen Peygamber, biz âciz ve günahkâr kulların asla erişemeyeceği, çok uzaklarda duran, durduğu yerden de bizim ihmal ve isyanlarımızı çatık kaşlarla izleyen haşin bir gözetleyici değildir.
Yahut bize bir kitap getirip bıraktıktan sonra “Benden bu kadar; ne haliniz varsa görün” deyip kenara çekilmiş birisi de değildir.
Kur’ân’ın bize anlattığı Âhirzaman Peygamberi, herşeyden önce, bizden biridir. Bizim dünyamızda yaşamış, bizim katlandığımız sıkıntılara fazlasıyla katlanmış, yetimlikten evlât acısına kadar tatmadığı acı kalmamış, açlık ve yoksulluk çekmiş, sadakatler ve ihanetler görmüş, dostları ve düşmanları olmuş, mutlulukları ve ıztırapları bir arada yaşamış bir insandır.
Gün gelip de Müslümanlar güçlü bir devlet halini aldığında, o, yine bizden biri olarak yaşamaya devam etmişti. Onunla görüşmek için gelen elçiler, tahtına kurulmuş bir hükümdar yerine, yoksullarla oturup kalkan, söküğünü diken, insanlarla şakalaşan bir insan buldular. Üzerinde yamalı bir elbise ile vefat ettiğinde, zırhı, otuz ölçek arpa karşılığında bir Yahudiye rehin olarak bırakılmış bulunuyordu.
Kur’ân, Peygamberimiz için “sizden biri” buyurduktan sonra, onun bize olan ilgi ve şefkatini, peş peşe sıfatlarla vurguluyor:
Sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir.
O size çok düşkündür.
O mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.
Bunlardan bir tanesi bile bir peygamber ile ümmeti arasındaki gönül bağının sıcaklığını anlatmaya yeterken, ard arda sıralanan şu özellikler, bir ana-baba şefkatinden daha büyük bir ilgiyle ümmetine bağlı bir peygamberin portresini çizmiyor mu?
Bir mü’minin başına gelen sıkıntının ona pek ağır geldiğine dair vak’alar saymakla bitecek gibi değildir. Hz. Cafer’in şehit düştüğünü ailesine haber vermeye gittiği zaman, henüz birşey söylemeye dili varmadan onun çocuklarını kucağına almış, öpüp koklamaya başlamış, bu arada gözlerinden süzülen yaşlardan onun acı bir haberle geldiği anlaşılmıştı. Bir tarafta kendisini elçi olarak gönderen Rabbinin takdirini teslim ve tevekkülle karşılamak, bunu yaparken de, bir parçası olduğu mü’minler vücudunun çektiği acıyı bütün zerrelerinde yaşamak hiç kolay değildi şüphesiz.
Onun düşkünlüğü sadece kendi zamanında yaşamış insanları ve kendi akrabalarını değil, kıyamete kadar gelip geçecek bir bütün iman ehlini kucaklıyordu. Bu düşkünlüğü onu her gece uykusunun en tatlı yerinde yatağından kaldırır, sabahlara kadar ümmeti için yüreğinin derinliklerinden kopup gelen dualarla Rabbine yakarmaya sevk ederdi. Birgün, Peygamberimiz ellerini kaldırmış, “Allahım, ümmetimi koru, ümmetime acı!” diye ağlayarak dua ederken, Yüce Allah, Cebrail’e buyurdu ki:
“Ey Cebrail! Gerçi Rabbin herşeyi bilir; ama sen git, Muhammed’e niçin ağladığını sor.”
Cebrail geldiğinde, Peygamberimiz, ona, ümmeti için ağladığını söyledi.
Cebrail Allah huzuruna dönüp durumu anlattı.
Yüce Allah buyurdu ki:
“Ey Cebrail, Muhammed’e git ve şunu söyle: Biz seni ümmetin hakkında hoşnut edeceğiz ve asla üzmeyeceğiz.”
(Müslim, İman: 346.)
Yüce Allah, bize elçi olarak gönderdiği Peygamberimizi bu şekilde anlatırken, sadece onun bize şefkat ve merhametini vurgulamakla kalmıyor; onun daha ötesini de gösteriyor:
Bize elçi olarak gönderilen zâtın bize olan düşkünlüğü böyle bir derecede ise, ya onu bize gönderenin biz kullarına olan şefkat ve rahmeti nasıl birşeydir?
Ve bu âyetin önümüze serdiği bir başka ibret levhası daha:
Rahmeti sonsuz bir Rab tarafından böyle bir şefkat ve muhabbetle donatılıp bize gönderilen bir elçiyi tanımamak, yahut ona karşı ilgisiz kalmak nasıl bir bir hüsrandır?
Geçim darlığı
Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, onun geçiminde bir darlık olur. Kıyamet gününde de onu kör olarak diriltiriz.
O “Rabbim,” der. “Niçin beni kör olarak dirilttin? Oysa ben görüyordum.”
“Öyleydin,” buyurur Allah. “Fakat âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun. Bugün de sen böyle unutulursun.”
Tâhâ Sûresi, 20:124-126
Hayat şartlarından yakınmak, zamanımızın yaygın bir âdeti haline geldi. Kime “İşler nasıl?” diye soracak olsanız, alacağınız cevap aşağı yukarı aynıdır. Hayat pahalılığından, müşteri yokluğundan, piyasanın cansızlığından, ve daha akla gelebilecek ne varsa hepsinin olumsuzluklarından şikâyet edilir.
Bu yakınmalarda, hiç kuşkusuz her zaman bir gerçek payı vardır. Yakınan insanlar, daima darlık içinde yaşarlar. Bu, mutlaka maddî anlamda bir darlık olmayabilir. İnsanın kasası ağzına kadar dolmuş, karnı tıka basa doymuş olabilir; sırtında en pahalı elbiseleri taşıyabilir, en lüks konutlarda oturabilir. Fakat hayatın yükü yine ağır, geçim yine dar, yaşamak yine zor, yine zordur. Lâkin yakınmakla kişi bu dertlerinden hiçbirini hafifletmiş olmaz. Çünkü içine düşmüş olduğu darlığın sebebi, onun görmediği yahut görmek istemediği yerdedir.
Gerçi sebepler, bu âleme Allah tarafından konulmuş kanunlardır; hayatımızı devam ettirebilmek, bu kanunlara uygun şekilde çalışıp çabalamakla mümkün olur. Ancak kanun koyucunun kudret ve iradesini unutur, sebepler perdesi arkasında yaşatan ve rızıklandıranın kim olduğundan habersiz davranırsak, imanımızın gerektirdiği şekilde bir hayat yaşamış olmayız. Hele bu durum bize dünyaya geliş amacımızı unutturacak bir dereceye varmışsa, o hayattan genişlik ve huzur beklemek için bir neden de kalmamış demektir. İşte âyet de bizi bu konuda uyarıyor ve diyor ki, “Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, onun geçiminde bir darlık olur.”
Zikir, “Allah’ı anmak” anlamında alınabileceği gibi, Kur’ân’ın birçok yerinde geçtiği üzere, bizzat “Kur’ân” olarak da anlaşılabilir. Her iki halde de sonuç aynıdır:
Kim Allah’ı anmaktan uzaklaşırsa, kim Âlemlerin Rabbinden kendisine gönderilmiş olan o yüce kitaptan yüz çevirirse, kendi eliyle hayat şartlarını zorlaştırmış olur.
Bunun zıddı olan durum ise, daha başka âyetlerde şöyle açıklanmıştır:
Erkek olsun, kadın olsun, kim mü’min olarak güzel işler yaparsa, Biz ona huzurlu bir hayat yaşatır; yaptıklarının daha güzeliyle de ödüllerini veririz.
Nahl Sûresi, 16:97.
Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu nasip eder. Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.
Talâk Sûresi, 65:2-3.
Âyetler, böylece hadisenin iki yüzünü de açıkça ortaya koyuyor:
Bu dünyada da, âhirette de güzel bir geçim ve huzurlu bir hayat isteyen, Rabbine hakkıyla iman etsin ve imanının gerektirdiği gibi hareket etsin. Kendisini yaratıp yaşatan ve gökten ve yerden nimetleriyle rızıklandıran Rabbinden yüz çeviren de meşakkatli bir hayata hazırlansın.
Gariptir ki, insanlar, hayat şartları ağırlaştıkça, kendilerine asıl ferah kapılarını açacak olan çözüme yönelecekleri yerde, problemi ağırlaştıran sebeplere daha fazla hırsla sarılıyorlar; Allah’ı anmaktan ve Allah’ın kitabına kulak vermekten daha da uzak düşüyorlar. Bu ise, insanın başına dünyayı daha da çok darlaştırıyor. Hadis-i kudsîde de aynen bu durum haber verilmiş ve Allah’ın şöyle buyurduğu bildirilmiştir:
Ey Âdemoğlu! Kendini ibâdetime ver ki gönlünü zenginlikle doldurayım, ihtiyaçlarını gidereyim. Böyle yapmazsan ellerini meşguliyetle doldururum, ihtiyaçlarını da kapamam.
Tirmizî, Kıyamet: 30; İbni Mâce, Zühd: 2.
Allah’ın zikrinden yüz çevirmenin dar bir yaşamdan başka, âhirette körlüğe yol açması da ibret vericidir. Belki de bu durumu, dünyamızda geçerli olan İlâhî yasalardan “atalet atrofisi” ile açıklamak daha doğru olacaktır. Bu yasa, “Çalışmayana ekmek yok” esasına dayanan bir yasadır. Bir organımız eğer uzunca bir süre kullanılmaz ise, oraya gönderilen besinler kısılır ve bir zaman sonra da artık o organ iş göremez hale gelir. Uzun bir hastalıktan sonra ayağa kalkan kimsenin yürümekte güçlük çekmesi, yahut alçıdaki bir organı tekrar canlandırmak için fizik tedavi ve egzersiz gibi önlemlere başvurulması bu yüzdendir. Bu dünyada iman nuruyla aydınlanmayan, görmesi gereken şeylere dönüp bakmaksızın bir ömür geçiren ve Allah’ın kitabına karşı körlük eden bir kimseyi bekleyen âkıbet de böyle bir atalet atrofisinden başka birşey değildir. İsrâ Sûresindeki bir âyet de bu durumu haber verir:
Kim bu dünyada kör ise, işte o âhirette de kördür ve daha da şaşkın bir yoldadır.
İsrâ Sûresi, 17:72.
Bütün bu bilgilerin ışığında, şimdi Tâhâ Sûresinin âyetlerini bir daha okuyalım ve toplumumuzun en önemli dertlerinden birinin sebebini de, çözümünü de zihnimize nakşedelim:
Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, onun geçiminde bir darlık olur. Kıyamet gününde de onu kör olarak diriltiriz.
O “Rabbim,” der. “Niçin beni kör olarak dirilttin? Oysa ben görüyordum.”
“Öyleydin,” buyurur Allah. “Fakat âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun. Bugün de sen böyle unutulursun.”
Allah ne zaman yardım eder?
Yine hatırlayın ki, denizi sizinle yarıp sizi kurtarmış, Firavun Hanedanını da gözlerinizin önünde boğmuştuk.
Bakara Sûresi, 2:50
İSRAİLOĞULLARININ üzerindeki geçmiş İlâhî nimetleri hatırlatarak onları nankörlükten sakındıran âyetler arasında yer alan bu âyet-i kerime, denizin yarılmasına atıfta bulunurken, aynı zamanda, ince bir işaretle, onların bu hadisede oynadığı sebebiyet rolüne de değiniyor. Ve tabii ki bu ince işaret de Kur’ân’ın bütün muhatapları için önemli bir ders içeriyor.
Bu derse geçmeden önce, âyette sözü edilen hadiseyi, biraz öncesiyle birlikte, Kur’ân’ın daha başka âyetlerinden takip edelim:
Ve Musa’ya “Kullarımla gece vakti yola çık,” diye vahyettik. “Çünkü takip edileceksiniz.”
Firavun şehirlere tellâllar çıkardı.
“Bunlar küçük ve önemsiz bir topluluk,” dedi.
“Fakat bize karşı kin besliyorlar.
“Biz ise zinde bir topluluğuz.”
İşte böyle çıkardık onları bahçelerinden, pınarlarından.
Hazinelerinden ve şerefli mevkilerinden.
Onları böylece çıkardık; yerlerine de İsrailoğullarını vâris kıldık.
Gün doğarken peşlerine düştüler.
İki topluluk birbirini gördüğünde, Musa’nın adamları “Şimdi yakalandık!” dediler.
Musa “Asla!” dedi. “Rabbim benimle beraberdir; O bana yol gösterecek.”
Musa’ya “Asânı denize vur” diye vahyettik. Deniz yarıldı; öyle ki, herbir parçası koca bir dağ gibiydi.
Diğerlerini de oraya yaklaştırdık.
Musa ve beraberindekilerin hepsini kurtardık.
Sonra da diğerlerini boğuverdik.
Şuarâ Sûresi, 26:52-56.
Daha başka yerlerde de başka yönleriyle birlikte anlatılan ve tekrar tekrar ibret nazarlarımıza sunulan bu hadise, Hz. Musa ile beraber denizi geçen topluluğun, aslında, büyük bir imtihandan geçmiş olduğunu göstermektedir. Denizin yarılması hadisesinden önce, kelimenin tam anlamıyla bir “can pazarı” yaşanmış; İsrailoğulları, verilen emre uygun olarak, gece vakti Firavun’un adamlarından önce davranmak suretiyle yola çıkmış, denizin kenarına kadar gelmişlerdir. Burada Firavun ile deniz arasında kıstırıldıkları ve hiçbir kurtuluş ümidinin kalmadığı bir sırada, Hz. Musa’ya asâsını denize vurması emredilmiş ve İsrailoğulları denizi selâmetle geçmiştir.
Bu hadiseyi nakleden Kur’ân âyetleri, “denizi yarma, İsrailoğullarını denizden geçirme ve Firavun ile adamlarını boğma” fiillerinin hakikî faili olarak Yüce Allah’ı gösterir. Kurtarmayı dilediği kullarına yola çıkma emrini veren de, Firavun ile adamlarını onların peşine düşürerek helâke yaklaştıran da, denizi yaran da, denizi kapatan da Odur. Bakara Sûresinin âyeti ise, bikum, yani, “sizinle” lâfzıyla, bu hadiseye şöyle bir derinlik de getiriyor:
“Bütün bunları Allah sizin sebebinizle yaptı. Zira bu âlemde bütün hadiseler, İlâhî hikmetin bir gereği olarak, sebeplere bağlanmış ve kullar da bu sebeplere uymakla yükümlü kılınmıştır. Siz Allah’ın emirlerine itaat eder ve Onun koyduğu sebeplere yapışırsanız, başarılı olursunuz. Firavun’un zulmü altında geçirdiğiniz yıllara karşılık Allah sizi onların mülküne vâris kılmak istemişti; ancak siz buna oturduğunuz yerde erişecek değildiniz. Nitekim sebeplere riayet ederek üzerinize düşeni yaptığınızda, Allah da sizi sebep yaparak düşmanınızı boğdu ve size olan vaadini yerine getirdi.”
Bunun tersi olan durumlar da vardır. Mâide Sûresinin 20-26. âyetlerinde anlatıldığına göre, yine
İsrailoğullarına “Allah’ın size yazdığı kutsal topraklara girin” dendiğinde, onlar “Orada zorbalar var” diyerek girmek istememişlerdi. Kendilerine galibiyet vaad edildiği halde onlar yerlerinden kıpırdamadılar ve Hz. Musa’ya “Sen ve Rabbin gidip savaşın; biz burada oturacağız” dediler. Bunun üzerine Allah “Kutsal topraklar onlara kırk sene haram kılındı; artık şaşkın şaşkın ortada dolaşıp dursunlar” buyurdu. Bu vak’ada İsrailoğulları Allah’ın kendilerinden istediği sebebiyet rolünü yerine getirmeyi reddedince sonuca da erişememişlerdi.
Daha önce bölümlerde de değindiğimiz gibi, Kur’ân ve kâinat, birbirini şerh eden iki kitaptır. Her ikisinin de âyetleri vardır; her ikisinin de kanunları vardır. İnsan ise, her ikisine uymakla yükümlüdür. Bunlardan sadece birine uymakla kimse kurtuluşa eremez. Dünya hayatının kanunlarına uymakla yetinip âhirete bir hazırlık yapmayan kimse bu hareketiyle âhirette kurtuluş bekleyemeyeceği gibi; inanılması gereken şeylere inandığı halde inancının gereği olarak bu dünyada bir emek sarf etmemiş, alın teri dökmemiş, bir sıkıntıya girmemiş kimse de, Allah’tan, kâinat yasalarını imanının hatırı için değiştirmesini bekleyemez. İnanan, inandığını gösterecektir; bunun yolu da bu âlemdeki İlâhî yasalara itaat etmektir. Unutmamak gerekir ki, Allah tarafından konulduğuna inanarak doğa yasalarına itaat etmek de Allah’a ibadet etmek demektir.
Bağışlanmayan suç
Allah size kendinizden bir misal verdi:
Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?
Akıl eden bir topluluk için âyetleri Biz böyle açıklıyoruz.
Rum Sûresi, 30:28
KISACA “şirk” sözcüğü ile ifade ettiğimiz “Allah’a ortak koşma” eylemi, üzerinde pek büyük bir hassasiyetle durulması gereken bir konudur. Zira Yüce Allah, tevbe edilmediği takdirde, bu günahı asla bağışlamayacağını Kur’ân’da açıkça bildirmiştir. Bununla birlikte, günlük hayatta, çoğu zaman farkında bile olmadan, dolaylı veya dolaysız şekilde, Allah’a imanımızın saflığını bozacak ve bu imana şirk kırıntıları bulaştıracak şekilde telkinlere maruz kalabiliyoruz. Göklerde ve yerde, bütün âlemlerde, büyük küçük, gizli açık herşeyi her haliyle kuşatan İlâhî egemenliğe kayıtsız şartsız iman etmekle yükümlü olduğumuz halde, bir de bakmışız, o egemenlik çeşitli sebepler arasında parça parça edilip bölüştürülmüş, bu parçalardan kimi dünyaca büyük kişilere, kimi tabiata, kimi tesadüfe, kimi yıldızlara, kimi de daha başka şeylere yakıştırılmış gitmiştir.
Daha da önemlisi, böyle bir paylaştırmanın ne kadar büyük bir suç teşkil ettiğini fark edemeyişimizdir. Allah nasıl olsa herşeyin yegâne hakimi değil mi? Yeryüzündeki biz âciz ve fâni kullardan bir kısmı, Onun mülkünden bir kısmını şuna veya buna yakıştıracak olsa, bunun Allah’a ve Onun egemenliğine ne zararı olabilir? Dünya dolusu günahları bağışlayan Allah, bir kulunun ağzından çıkan önemsiz bir sözü niçin bağışlamaz da “Kulum Bana şirk koştu” diyerek cezalandırır?
Zaman zaman da Allah’a bir olarak inanmak ile Ona ortak koşmak arasında bir fark görmeyen itirazlarla karşılaşırız: “Canım, din adamı Allah der, bilim adamı da doğa veya sebepler yahut kanunlar der; ikisi de aynı şeyi kasteder” gibi…
Hayır, ikisi de aynı şeyi kastetmez. Gerçi ikisi de yaratma kudretine sahip bir varlıktan söz eder. Ancak bunlardan birincisinin kastettiği, Yer ve Göklerin Yaratıcısıdır; diğeri ise Onun yarattıklarından birini veya bir kısmını kasteder ve Allah’ın sıfatlarını ve mülkünü onların arasında paylaştırır. Gariptir ki, Allah’ın mülkü hakkında pek cömert davranan ve onu Allah’ın yarattıkları arasında hiç umursamaksızın dağıtıveren kullar, kendilerine ait şeylerin başkalarına peşkeş çekilmesi karşısında hiç de hoşgörülü değillerdir.
Bir sabah size ait işyerinize geldiğinizde şöyle bir manzarayla karşılaştığınızı düşünün:
Bekçi, kulübenin etrafını çevirmiş, orayı kendi mülküne dahil etmiş. Çaycı, çay ocağının bağımsızlığını ilân etmiş. Sekreterler kendi bölümlerinin, odacılar koridorların, memurlar kendi odalarının patronu olup çıkmışlar. Gerçi sizin asıl büyük işveren olarak kalmanıza bir itirazları yok; size saygıda kusur da etmiyorlar. Ancak bir şartla: “Burada bizim de ortaklığımız var” diyorlar. Halbuki sahiplendikleri şeyi elde etmek için ne bir masraf yapmış, ne bir çaba harcamışlardır.
Yahut, hizmetçinizin, bir sabah karşınıza dikilip “Bu evde benim de hakkım var” diyerek kendisine düşen payı istediğini düşünün.
Veya size ait bir tablonun, bir bestenin, bir kitabın üzerinde, sizin imzanızın yanı sıra, sizin memurlarınızın da “eser sahibi” olarak imza atmış olduğunu farz edin.
Dünyada böyle birşeyi kabullenebilecek kimse var mıdır?
İşte, âyet-i kerime, “şirk” dediğimiz hadisenin içyüzünü, bize, kendimizden örnek vermek suretiyle böyle açıklıyor: “Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?”
Şunu da dikkatten uzak tutmayalım: Bizim paylaşmaya razı olmadığımız şey, gerçekte kendi mülkümüz değil, bu dünyada geçici bir süre kullanımımıza sunulmuş bir emanetten ibarettir. Bu emaneti kendileriyle paylaşmaya razı olmadığımız kimseler de bizden farkı olmayan, bizim gibi etten ve kemikten yapılmış insanlardır.
Allah’ın mülkü ise, hiç yoktan yaratılmış gökler ve yer gibi bir âlemdir. Üzerinde nefes alıp verdiğimiz şu gezegene bir bakın: Tavanı inci gibi yıldızlarla bezenmiş, tabanına rengârenk halılar serilmiş, her köşesi bir cennet bahçesi gibi süslenmiş, milyonlarca tür canlı ile şenlendirilmiş; konuklarının önüne her mevsim, her gün, her saat sayısız ziyafet sofraları serilen bir dünyanın yaratılmasında hangi sebebin, hangi yıldızın, canlı veya cansız hangi varlığın payı vardır?
Böyle bir dünyanın üzerinde her an Rabbinin nimetlerinden incelerine erişmekte olan insana, bu âlemin bir kısım varlık ve olayların Allah’a ortak koşmak yaraşır mı? Esas itibarıyla kendisine ait olmayan emanet malını kendisinden farkı olmayan kullar arasında paylaşmaya razı olmayan insan, Allah’ın kendi mülkünü, yine o mülkün bir parçası olan yaratıklar arasında bölüştürmeyi nasıl olur da küçük bir kusur gibi görüp geçiştirir?
Âyet-i kerime, işte bu noktada bizi ciddî ve derin bir tefekküre davet ediyor; akıl eden kimseler için Allah’ın âyetlerini işte böyle açıklıyor:
Allah size kendinizden bir misal verdi:
Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?
Akıl eden bir topluluk için âyetleri Biz böyle açıklıyoruz.
Kalpler katılaşmasın
İman edenlerin, Allah’ın zikrine ve hak olarak inene karşı kalplerinin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasın ki, üzerinden zaman geçince kalpleri katılaşıvermiş ve birçoğu yoldan çıkmıştı.
Hadîd Sûresi, 57:16
Allah’ın âyetleri karşısında duyarsız davrananlar hakkında Kur’ân’ın pek çok uyarıları vardır ki, bunların çoğunluğu, birinci derecede, iman etmeyenleri ilgilendirmektedir. Burada ise, doğrudan doğruya, inananlara yönelik olarak bir duyarsızlaşma, bir kalp katılaşması durumu söz konusu edilmekte ve uyarıda bulunulmaktadır. Bu âyet, bizden, sadece “İman ettik” demekle veya sadece kuru söz ve ruhsuz davranışlarla yetinmememizi istiyor, bundan daha ötesini bekliyor, “Zaman hâlâ gelmedi mi?” diyerek bir de sitemde bulunuyor.
Daha önce de değindiğimiz gibi, Kur’ân âyetlerine bugün inmiş gibi bakabildiğimiz zaman, onlarda ders alacak çok fazla şey buluruz. “Kalplerin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi?” sözü de, sanki bugün inmişçesine, özellikle zamanımıza hitap ediyor gibidir. Kur’ân’ın inişi sırasında ona muhatap olanların kalp yumuşaklığı ile bugün bizim yüzlerce defa işittiğimiz Kur’ân âyetlerine karşı tavrımız arasındaki fark, böyle bir hitaba bizden daha lâyık kimse olamayacağını gösteriyor.
Âyetin işaret ettiği gibi, bu duyarsızlaşmanın zamanla da yakın ilgisi vardır. Bir mevsim meyvesinin ilk tadıldığı an, onun en tatlı olduğu andır. Nimetler kesintiye uğradığı zaman da insan bu tadı bütün canlılığıyla yakalayabilir: kışın ardından ilk defa solunan çayır kokusu, uzun bir hastalıktan sonra ilk defa deniz kenarında yürüyüş, bir iftar sofrasında tadılan zeytin veya bir yudum su, yahut en tatlı yerinde bölünmüş bir uykuya tekrar dalmak gibi…
Bu örneklerin hepsi de, aynı zamanda, Sahabenin Kur’ân okuyuşunu anlatan örneklerdir. Bediüzzaman, Sahabîler ve içtihad ile ilgili 27. Sözde bu konuda son derece önemli bir tespit yapar: Kur’ân-ı Hakîmin nurlarıyla hasıl olan o muazzam inkılâbın etkisi altında, Sahabîler, bütün duygu ve yetenekleriyle Kur’ân’a ve Allah’ın zikrine yönelmişlerdi. Öyle ki, onlar herhangi bir zikir veya bir tesbih sözünü söyledikleri zaman, dalgın zihinlerle ve dillerinin ucuyla söyleyip geçmezler, bütün anlamlarıyla o sözü söylerler ve bütün varlıklarıyla o sözden feyiz alırlardı.
Yine Bediüzzaman’ın 13. Sözdeki bir tespiti de aynı istikamette, Kur’ân’ın indiği çağda meydana getirdiği tesirle ilgilidir: Herşeyin vahşet ve cehalet karanlıklarına büründüğü bir zamanda, Kur’ân’ın “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder” meâlindeki âyetleri, gecenin karanlığını gündüze çeviren bir gündoğumu gibi etki bırakmış; bu âyetlerin canlandırdığı kâinatta bütün varlıklar dirilerek candan bir dost oluvermiş, hepsi birden canlanarak en tatlı dillerle ve en gür sadalarla Yer ve Gökler Rabbini zikretmeye başlamışlardır. Risale-i Nur Müellifi, bu manzarayı gerçekten zevk edebilmek için, insanın kendisini o cahiliyet asrında hayal ederek Kur’ân âyetlerini “ilk defa” dinlemesi gerektiğini söyler. Zira Kur’ân’ın tasvir ettiği kâinat, zaman içinde insanlığın büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen bir hakikat halini almış; bu arada meyvenin turfanda tadı da küllenmiş, manzaranın parlaklığı kalın bir ülfet perdesi altında canlılığını yitirmiştir.
Kur’ân ise, bu durumu, “kalplerin katılaşması” olarak niteliyor. Ve ibret nümunesi olarak, daha önce kendilerine kitap verilenlerin âkıbetlerini gösteriyor: Aradan uzun zaman geçince onların da kalpleri katılaşmıştı. Daha başka âyetlerde de Kitap Ehlinin bu özelliği şiddetle yerilir. Bakara Sûresinin 74. âyeti, İsrailoğullarının, eriştikleri onca nimetlerden ve tanık oldukları mucizelerden sonra, kalplerinin yine katılaştığı, hattâ taştan da katı kesildiği bildirilir. Yine Bakara Sûresinin 88. âyeti ile Nisâ Sûresinin 155. âyeti ise, onların kendi dillerinden “Kalplerimiz örtülüdür” sözünü nakleder ve bu sebepten lânetlendiklerini bildirir.
Bunlar, zaman içinde katılaşma eğilimi taşıyan kalplerin, kendi haline bırakıldıkları takdirde nasıl bir âkıbetle karşılaşacağını gösteren en uç örneklerdir. Öyle bir noktaya varıldığı zaman, zaten, uyarıların fayda vermeyeceği bir yere gelinmiş olacağı için, kulaklarımız henüz uyarılara açık iken Kur’ân bize bu sonucu göstererek ondan sakınmak için önlem almaya bizi çağırmaktadır.
Bu konu, bizi “Kalpler nasıl yumuşar?” sorusuna getiriyor ki, bu, bir defa sorulup da cevaplandırılacak bir soru değildir. Bu soru hergün tekrar tekrar sorulsa ve her defasında yeni baştan ona cevap aransa, yeridir diyebiliriz. Bediüzzaman’ın, Kur’ân dinlerken kendimizi o cahiliyet asrında farz etmek yönündeki tavsiyesi de, hiç kuşkusuz, kalp yumuşatma egzersizleri arasında yerini alacak önemli bir öğüttür.
Hatırı feda edilmeyecek insanlar
BU ÂYET, toplum hayatımıza Müslümanca bir bakış açısı getiren, yaşayışımızda egemen olması gereken değerleri sağlam bir şekilde düzenleyen, bu arada, Allah yolunda hizmet edecekler için de hiç göz ardı edilmeyecek olan bir âyettir.
Bu âyet, yaşanan hayattan canlı bir kesit ortaya koyuyor. Bir zaafımıza işaret ediyor. Bu zaafın etkisinde kalarak haktan uzaklaşma ve Allah’ın kullarına zulmetme tehlikesine karşı bizi uyarıyor.
Ashab-ı Kiram, Peygamber Efendimizin yoksullarla beraber bulunmaktan, onlarla sohbet etmekten ve onların dertleriyle meşgul olmaktan asla yüksünmeyen pek yüksek bir ahlâka sahip olduğunu anlatmaktadır. Zaten onun yanında bulunanların çoğu dünyadan fazla bir nasibi olmayan kimselerdi. Fakat Kureyş’in ileri gelenleri için bu tahammül edilebilecek birşey değildi. Mevki ve servet sahibi olan ve toplum içinde saygı görmeye alışmış olan bu kimseler, aşağılık gözüyle baktıkları yoksul Sahabîlerle diz dize oturup da Resulullahın sohbetini dinlemeyi asla kibirlerine yediremiyorlardı.
Bu durum, hiç kuşku yok ki, onların aleyhine oluyordu. Çünkü bir inat uğruna ve yersiz bir gurur sebebiyle, hak dine girme imkânından kendilerini mahrum ediyorlardı.
Peki, aynı durum İslâma da zarar vermiyor muydu?
Mekke döneminin o ağır şartlarını düşünün: Bir iki tane Kureyş ileri geleni Müslüman olsa, İslâm büyük bir güç kazanmaz mıydı? Onca Müslümanın çektiği sıkıntılar hafiflemez miydi? Oysa o günler İslâmın en zor günleriydi. Bir avuç insan dünyaya karşı var olma mücadelesi veriyordu. Onların o günlerdeki ihtiyacı kadar, hangi dönemde Müslümanların yardıma ihtiyacı vardı ki?
Fakat âyet, o en çetin şartlar altında bile, servet ve iktidar sahibi olan kimselere meyledip de üç beş yoksul mü’minin ihmal edilmesine, bir kenara itilmesine, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmesine izin vermiyor; bu kapıyı kesin bir şekilde ve ebediyen kapatıyor:
Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek Ona dua edenlerle beraber sabret. Dünya hayatının tantanasını arzulayarak onlardan gözünü ayırma.
Nedir dünya hayatının tantanası?
Para, mal, mülk, elbise, unvan, makam, iktidar, kaba kuvvet, şan, şöhret, gösteriş…
Bunlar, bu dünya hayatında geçer akçeler… Kimin elinde bunlardan bir ikisi varsa, girdiği yerde itibar görür, sözü dinlenir, önemli bir adam sayılır.
Fakat, tantanası bir yana dursun, dünya hayatının kendisi nedir ki?
Bir toz zerresinin üzerinde son saniyenin bir fraksiyonu!
Kâinattaki yüz milyarlarca galaksi içinde bizim galaksimizi, bizim galaksimiz içinde de yüz milyarlarca yıldız arasından bizim güneşimizi bulmaya, bir harita üzerinde onun yerini göstermeye insanlığın ömrü yetecek gibi değildir. Kâinatın ömrü içinde tüm insanlığın tarihi ise, 24 saatlik bir günün son saniyesi içine yerleşiyor.
İşte dünyanın tantanası olan para, elbise, şöhret, makam, unvan gibi şeyler bu toz zerresinde, bu son saniyenin içinde para ediyor!
Ve o saniyenin içinde bir an geliyor, insan, kendisini, bu değerlerin beş para etmediği bir başka âlemde buluyor—sanki burada hiç yaşamamışçasına!
O âlemde ise, insanın kalbinde ne kadar Allah korkusu taşıdığına, takvâ denen şeyden ne kadar nasiple geldiğine bakıyorlar. Orada ilim sahibi olan itibar görüyor; merhametten, muhabbetten payı olanların, Allah’a ve Resulüne gönülden bağlı olanların yıldızı parlıyor.
Onun içindir ki, Sevgili Peygamberimiz, bu dünyada horlandıkları halde Allah katında büyük bir değer sahibi olan kimselerden söz ediyor ve onları incitmemeleri konusunda insanları uyarıyor:
Saçı başı dağınık, eli yüzü tozlu, kapılardan kovulmuş öyleleri vardır ki, onlar Allah adına yemin edecek olsalar, Allah onların dediğini yapar.
Müslim, Birr: 138
Ve yine bunun içindir ki, Yüce Allah, kendisine ve Resulüne iman ve muhabbetle bağlı olan bir mü’minin izzet ve şerefini, dünyanın tantanasına değişmemiş, hakka hizmet uğruna dahi olsa, bir avuç yoksul Müslümanın Peygamber dizi dibinden ayrılmasına razı olmamıştır.
O Yüce Peygamber de, Rabbinin bu emrini şükürle ve sevinçle karşılamış, “Hamd olsun Allah’a ki, sizinle sabretmeyi emretmeden canımı almadı. Hayat da sizinle olsun, ölüm de!” buyurmuştur.
Maddenin cazibesiyle kamaşan gözleri servetten, şöhretten, eşyadan, mevki ve makamdan başka şey göremez hale gelmiş şu zamanın böyle uyarılara ve böyle şükürlere ne kadar da çok ihtiyacı var!
Karada ve denizde fesat
KUR’ÂN’IN tarif ettiği âlem, Yer ve Gökler Rabbinin rahmet eserleriyle bezenmiş, insanın tüm duyularıyla algılayabileceği her türden güzelliklerle süslenmiş, bütün zerreleriyle Rabbini tesbih etmekte olan bir âlemdir.
Fakat biz dünyamıza baktığımızda bunlardan başka şeyler de görüyoruz. Bizim dünyamızda kötülükler de var; felâketler, kıtlıklar, ahlâksızlıklar, haksızlıklar, cinayetler, savaşlar da var. Hattâ, kendi halinde iken baştan başa güzellikler içinde görünen yerler ve hadiseler bile, bizim dünyamızın bir parçası haline geldikten sonra başka bir hale bürünüyor.
Kur’ân, dünyamızın bu durumuna da değiniyor. Bütün varlıklarıyla Rabbini tesbih eden şu şirin gezegenimizin üzerinde, bütün bu güzelliklerin yanı sıra bozulmaların da ortaya çıktığını bildiriyor ve bunun sebebini gösteriyor:
“İnsanların kendi elleriyle işledikleri.”
Bu hükmün doğruluğunu kabul etmeyecek kimse yoktur. Gerçekten de bu dünya, insanın yaratılışından önce de milyonlarca sene boyunca hayata beşiklik etmiş bir dünya idi. Ve mükemmel bir düzeni, kusursuz bir dengesi vardı dünyamızın. Her köşesi bir Cennet bahçesi gibi düzenlenmişti. Havası, suyu tertemizdi.
Bu dünyaya insan ayak bastıktan sonra, onunla gelen pek çok güzelliğin yanı sıra, yine onunla gelen kötülükler de bu dünya üzerinde görülmeye başladı. Bu kötülükler, yer yer, hayatı ifsat edecek boyutlara vardı. Haktan, ahlâktan uzak yaşayışlar yaygınlaştı. Kendilerini bu dünya üzerinde ağırlayan Âlemlerin Rabbine karşı nankörlükte direnen insanların zulümleri toplumları sardı.
Yüce Allah, yoldan çıkan kullarına uyarıcı elçiler gönderdi. Onların uyarıları da etkisiz kalınca, bu defa, insanlar, kendi elleriyle işlediklerin kötülüklerin sonucunu tatmaya başladılar. Bazan semâvî tokatlar halinde gökten indi bu tokatlar; yeryüzü felâketlerle sarsıldı. Bazan ahlâktan, haktan, dürüstlükten uzak yaşamanın acı meyveleri toplum hayatını ifsat etti. Bazan da insanlar, bu gezegenin güzelim dağlarını, ovalarını, denizlerini kan gölü haline getirdiler, huzur içinde yaşanacak yerleri Cehenneme çevirdiler, kendi elleriyle yaptıkları silâhlarla karaları ve denizleri fesada verdiler.
Bu fesadın başka ve daha derin bir boyutu da çevre kirliliği şeklinde ortaya çıktı. İnsanların kendi elleriyle ürettikleri kirlilikler ve zehirli atıklar bu gezegenin karalarını da, denizlerini de ciddî tehlikelerle karşı karşıya bıraktı. Hava kirliliği, ozon sisi, asit yağmurları, petrol sızıntıları, egzos dumanları, fabrika bacaları, nükleer atıklar, kimyasal ilâçlar, spreyler ve, daha da kötüsü, insanların birbirini yok etmek yahut birbirinin kötülüğünden korunmak için geliştirdiği silâhlar, bu gezegenin milyonlarca yıldır en küçük bir arıza vermeden sürüp giden mükemmel dengesini pek kısa bir zamanda bozdu. Böylece, Kur’ân’ın “Karada ve denizde fesat ortaya çıktı” şeklinde, geçmiş zaman kipiyle istikbalden verdiği haber gerçek oldu.
Lâkin insanlar bu durumu kavramakta çok da duyarlı davranmadılar. Gerçi bilim adamları ve çevre kuruluşları bu gidişin nereye varacağı konusunda uyarılar yaptılar ve yapıyorlar; uluslararası platformlarda sorunlar dile getiriliyor, kararlar da alınıyor. Ancak ıslah yönünde atılan adımlar ifsat hızına yetişemiyor. Hattâ, kara ve denizlerdeki bozulmanın önde gelen kahramanları, “ekonomik gelişmelerini yavaşlatacağı” bahanesiyle, çevre kirliliğini azaltacak önlemlere katılmayıp bu gezegeni fesada vermeye devam edeceklerini de pervasızca ilân ediyorlar.
Âyet ise, ortaya çıkan fesadın, insanlığın kendi eliyle işlediği kötülüklerin sonuçlarından sadece bir kısmı olduğunu bildiriyor. Ve, “Bunu da belki vazgeçerler diye tattırdık” diyor. Vazgeçilmeyecek olursa, bunu daha da büyük bozulmaların izleyeceği, âyetin ifadesinden rahatlıkla anlaşılıyor.
Bir diğer açıdan bakıldığında ise, bu dünyada tadılanlar, işlenen kötülüklerin sonucundan sadece bir kısmıdır. Eğer vazgeçmezlerse, âhirette onları çok çetin bir hesabın ve dünyada tattıklarından daha kötü bir azabın beklediği, insanların bu âyetten çıkarması gereken bir başka dersi teşkil ediyor.
Diğer yandan, sorunun büyüklüğü, bireyleri ümitsizlik veya vurdumduymazlık içine de atmamalıdır. İnsanlar karaların ve denizlerin bugünkü durumuna bakıp da “Birtek benim çabamla ne değişir ki?” diyebilirler. Zaten bu sonuçları ortaya çıkaran da böyle düşünen bireylerin topluluğundan başkası değildir. Fakat Allah huzurunda herkes bütün dünyanın değil, kendisinin hesabını verecektir. Ve bu hesapta da zerre kadar bir iyilik veya kötülük bile ihmal edilmeyecektir.
Vermeyi öğrenmek
KUR’ÂN’IN ÂYETLERİ, ideal insan tanımlarıyla doludur. İçimizdeki insanlık cevherini ortaya çıkarıp geliştirecek, bizi olgunlaştıracak ve Allah’ın rızasına eriştirecek olan bu âyetler, önümüze alabildiğine geniş bir yarışma ufku açarlar.
Bu yarışın bir alt sınırı vardır ki, Kur’ân, muhatabı olan her akıl sahibini bu sınırlara riayet etmekle yükümlü tutmuştur. İnanılması gereken şeylere inanmak, namaz ve zekât gibi farzları yerine getirmek, yasaklanmış olan şeylerden de kaçınmak suretiyle insan bu alt sınıra riayet etmiş olur. Bunun sonucu da, âyet ve hadislerin haber verdiği şekilde, bağışlanma ve Cennet ile ödüllendirilmektir.
Fakat bu hayatın sonucunu sadece birtakım yükümlülükleri yerine getirerek sorumluluktan kurtulmaktan ibaret görmez ve daha fazlasına talip olursak, Kur’ân’ın bize gösterdiği hedefler arasında, hiç tükenmeyecek feyizler, bereketler, yüce idealler buluruz. Zaten Kur’ân’ın ruhu da buradadır. O bize yüce hedefler göstermekte ve bu hedeflere ulaşmak için yeteneklerimizi seferber etmeye bizi teşvik etmekte, bizi açıkça bir yarışa çağırmaktadır. Yalnız bu yarış, dünya işlerindeki yarışlar gibi rekabete dayanan ve tek galibi olan bir yarış değildir.
Dünya hayatının yarışlarında bir kişi kazanır; diğerleri onun gerisinde kalır ve kaybeder. Allah’ın rızasını ve Cennette yüksek dereceleri kazanmak için yarışanlar ise, ne kadar çok olsalar ve ne kadar büyük ödüllere de erişseler, Allah’ın rahmet hazinelerinden hiçbir şeyi eksiltmiş olmazlar. Âlemlerin Rabbi, gökler ve yer kadar genişliklerdeki Cennetlerinde yarışın bütün galiplerini birden göz görmemiş, akla gelmemiş nimetleriyle sonsuza kadar ödüllendirir.
İşte, Âl-i İmrân Sûresinin 133. âyetinde, Yüce Allah bizi böyle bir ödül için koşuşmaya çağırıyor:
Rabbinizden erişecek bir bağışlanmayı ve genişliği göklerle yer kadar olup da takvâ sahipleri için hazırlanmış bir Cenneti kazanmak için yarışın.
Kimdir o takvâ sahipleri?
Bu âyetin devamında ve daha başka âyetlerde bu özellikler madde madde sayılmış; hangi davranışlarla insanların böyle bir dereceye erişebilecekleri bildirilmiştir. Biz, bugünkü konumuz itibarıyla, bu maddelerden birine kısaca değineceğiz:
Bollukta ve darlıkta Allah için harcayanlar.
Burada çıtanın daha yükseldiğini ve zekât deyince aklımıza gelen zorunlu bağışın daha yukarılarına konduğunu görüyoruz. Zekât, bilindiği gibi, Kur’ân’ın pek çok âyetinde imanın bir özelliği olarak ve namazla beraber sayılan son derece önemli bir emirdir. Bu emrin alt sınırı ise fıkıh kitaplarında ayrıntılarıyla incelenmiştir; genel bir ifadeyle belirtecek olursak, dinin “zengin” olarak tanımladığı bir kimse, malının kırkta birini yoksula bağışlayarak bu sorumluluktan kurtulur.
Bu âyette ise, Yüce Allah, bu alt sınırın hakkını veren ve daha da ötesine geçmek isteyen kullarına son derece geniş bir kapı daha açmakta ve onlara hedef olarak en yüksek Cennet mertebelerini ve kendi hoşnutluğunu göstermektedir. Eğer insan dilerse bu imkânı kullanır ve ömrünün her gününü, her saatini, her ânını, ebedî âlemlerde hiç tükenmeyen kazançlar sağlayacak yatırımlara dönüştürebilir; kelimenin tam anlamıyla, sürekli olarak iyilik üretmeye programlanmış bir hayır makinesi halini alabilir. İşte bunun bir anahtarı; yahut, sürekli şekilde iyilik ve güzellik üreten bir hayır makinesinin özelliklerinden biri:
“Bollukta ve darlıkta Allah için harcamak.”
Bu özellik, sadece âhiret ödülünün değil, dünya hayatındaki huzur ve mutluluğun da bir anahtarıdır. Zira Yüce Allah, insanı, almakla değil, vermekle huzur bulacak şekilde yaratmıştır. Onun içindir ki, kendilerini devamlı olarak almaya şartlandıranların hayatta doyuma ulaştıklarını göremezsiniz. Vermeyi öğrenenler ise, hayatın hazzını yakalamış kimselerdir; onlar en büyük zevklerini alırken değil, verirken yaşarlar.
Ve yine bu yüzdendir ki, maddeci medeniyetin insanları darlığa düştükleri zaman, ilk olarak hayırlarından kısıntıya giderler. Kur’ân’ın terbiyesi altında yetişen insanlar ise, böyle durumlarda hayır musluklarını daha da açarlar. Böyle yapmakla kendi insanî yeteneklerini inkişaf ettirerek en yüksek Cennetlere lâyık bir hal alırken, aynı zamanda, Yer ve Gökler Rabbinin rahmetine olan iman ve itimatlarını da bir kere daha göstermiş olurlar. Kendisi darda iken Rabbinin rahmetine güvenen ve kendi sıkıntısına aldırmadan başka kulların derdine Allah’ın rahmetinden derman yetiştirmeye çalışan insan kadar hangi şey Allah katında sevimli olabilir?
Allah, elbette ki, öyle kulların ümitlerini dünyada da, âhirette de boşa çıkarmaz.
Hiçlikten sonsuzluğa
ÖNCEKİ bölümde, gökyüzündeki bir nokta, bize âlemin büyüklüğünü ve bizim bu âlem içindeki küçüklüğümüzü hatırlattı. Fakat bu, sadece “uzay” boyutunu içeren bir hatırlatma idi. Hadisenin bir de zaman boyutu var ki, onunla beraber düşünüldüğünde, insanın kâinat içindeki hiçliği daha da aşikâr hal alıyor.
Aslında biz uzaydan söz ettiğimizde, zamanı da işin içine katmış oluruz. Çünkü uzayın derinliklerinde, milyonlarca yahut milyarlarca ışık yılı uzaklıklardaki galaksileri, biz bugünkü durumlarıyla değil, milyonlarca veya milyarlarca sene önceki halleriyle seyretmekteyizdir. Saniyede 300 bin kilometre hızla Aydan bize bir saniyede, Güneşten ise 8 dakikada ulaşıveren ışığın milyarlarca senede ancak alabildiği uzaklıkların ne anlama geldiğini artık siz tasavvur edin!
Kâinatın tarihi, bu rakamlardan da anlaşılabileceği gibi, milyarlarca yıl öncesine—bugün kabul edilen değerlerle 10-15 milyar yıl öncesine—dayanıyor. Peki, biz bu zamanın neresindeyiz dersiniz?
Eğer kâinat tarihini 24 saatlik bir gün ile temsil edecek olursak, Güneş Sisteminin ve üzerinde yaşadığımız gezegenin doğumu, günün ikindi vaktine rastlar.
İkindiden sonra hayata gözünü açan Dünya üzerinde ise kendinizi sakın aramaya kalkmayın. Zira sizin değil, tüm insan neslinin ömrü, 24 saatin en son saniyesi içindedir! Bütün bir insanlık tarihi, kurulan ve yıkılan uygarlıklar, savaşlar, felâketler, hükümdarlıklar, imparatorluklar, televizyon haberleri ve gazete manşetleri, işte bu saniyede yer alır. Bu son saniyenin içinde, ülkelerin savaşı ile iki komşu arasındaki bahçe kavgası arasında bir fark görebiliyor musunuz?
Yahut ömrünüzün o pek büyük sorunlarını bu son saniye içinden bulup çıkarabiliyor musunuz?
Bu manzara, bir açıdan bakıldığında, insanı tümüyle bir hiçlik duygusu içine atıyor. Ve “Kimim ben? Neyim, neciyim? Niçin buradayım? Bu koca âlemin içinde, toz zerresi bile etmeyen bir gezegenin üzerinde, bir saniyenin bilmem kaçıncı kademedeki bir fraksiyonu içinde ben ne arıyorum, ne ifade ediyorum ve ne değer taşıyorum?” gibi sorular cevapsız, hattâ anlamsız kalıyor.
Ancak, bir başka açıdan bakıldığında, gerek zamanın, gerekse uzayın o büyüklük ölçüleri, insanın karşısında birden bire küçülüveriyor.
Ve o koca âlemde, koca insanlık tarihinde, insan, bir toz zerresinin üzerinde, bir küçücük ânın pençesinde, sonsuzluğu yakalıyor.
İnsan, Âlemlerin Rabbine muhatap oluyor.
Âlemlerin Rabbi insana kitap gönderiyor.
Ona hitabı öğretiyor. Beyanı öğretiyor. Konuşmayı öğretiyor. Anlayıp anlatmayı öğretiyor.
Ve o cismi küçücük, ömrü kısacık insan, bulunduğu o daracık mekândan, Âlemlerin Rabbini dinliyor, kâinatın en uzak köşelerini görüyor, Rabbinin en muhteşem eserlerini seyrediyor.
“O Rahmân,
“Kur’ân’ı öğretti.”
Bu iki kısa âyet, insanı bulunduğu mekândan ve zamandan alıyor, kâinatın ne uzay, ne de zaman ölçülerine sığmayacak bir huzura yükseltiyor.
Âlemlerden bir nokta
KUR’ÂN OKUMAK, bir kitabın sayfalarını çevirip dudaklarımızı hareket ettirmek kadar basit bir iş gibi gelir bize. Gerçi işin mekanik tarafı da bu kadar basit görünmesine rağmen bir seri harikulâdelikleri ardında saklar. Fakat meselenin mânâ yönü, dudaklarımızı uçuklatmaya yetecek kadar heybetli ve hayretli bir hadisedir. Çünkü okuduğumuz şey, doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbinden gelen bir hitaptır. Bu hitabın karışsında bir muhatap olarak yer almaktan daha büyük ve heyecan verici hangi hadise vardır?
Ama “Âlemlerin Rabbi” sözünü de çoğu zaman fazla üzerinde durmadan telâffuz ediveririz. Nihayet bu telâffuz da bir iki dudak kıpırdatması kadar “basit” bir işten ibarettir. Oysa “âlemler” dediğimiz zaman, zerrelerin kimbilir kaç kademe altındaki seviyelerde her saniye milyarlarca nesli gelip geçen parçacıklardan milyarlarca ışık yılı uzaklıklardaki galaksilere, görünen dünyalardan âhiret yurduna, yerin derinliklerinden gökler ve yer genişliğindeki Cennet bahçelerine, kabir âleminden ruhlar ve melekler âlemlerine kadar bildiğimiz veya bilemediğimiz, hattâ hayal bile edemediğimiz nice varlık âlemlerinden söz etmiş oluruz. Sözünü ettiğimiz şeyin büyüklüğüne bir ölçü teşkil etmek üzere, gözümüzün önündeki maddî âlemden bir “nokta” üzerinde dikkatlerimizi yoğunlaştıralım.
Bu nokta, semâmızda dolunay çapının onda biri kadar bir yer kaplamaktadır. Normal olarak buraya baktığımızda, Samanyolu galaksisi içindeki birkaç yıldızdan başka birşey görmeyiz. Hubble Uzay Teleskopu ise, atmosferin dışında, her türlü kirlilik ve parazitten uzakta, ideal şartlar altında bu noktaya odaklandığı zaman çok farklı şeyler görmüş ve bu gördüklerini Dünyaya göndermiştir. Ancak, bu sayfalarda gördüğünüz fotoğrafı çekmek Hubble için de hiç kolay olmamıştır. 24 Eylül 2003 tarihinde başlayıp 16 Ocak 2004’e kadar dört ay süren bir çalışma sırasında Hubble Dünya etrafında 400 tur atmış, bu noktanın 800 resmini çekmiş; sonunda, net olarak geceli gündüzlü 11 günden fazla zaman alan bir pozlandırma bu resmi ortaya çıkarmıştır.
Bu resimde on bin kadar galaksi sayılabilmektedir—uzayın tek bir noktasında on bin galaksi! Bu galaksilerden herbirinin yüz milyarlarca yıldız barındırdığını da unutmayalım. Aralarındaki uzaklıklar ise milyonlarca, hattâ milyarlarca ışık yılı seviyesindedir ki, bu rakamlar, saniyede 300 bin kilometre hızla yol alan ışığın bu kadar zamanda kat edebildiği mesafeleri ifade etmektedir.
İşte, görebildiğimiz âlemlerden bir noktanın arkasında saklı olan şeyi, Hubble Uzay Teleskopunun gönderdiği bu fotoğraf bize gösteriyor. “Âlemler” deyince akla neyin geleceği ise, artık hayalgücünüze kalmıştır. Fakat bizi asıl ilgilendiren şey bu âlemlerin büyüklüğü değil, Âlemlerin Rabbinin sonsuz büyüklüğüdür.
Hiç değilse bu resim bize, nasıl bir sonsuzluk ve idraklere sığmayacak bir büyüklük karşısında bulunduğumuzu hatırlatıyor!
Ve, o sonsuz büyüklüğün sahibinden bize gelen bir hitabı nasıl bir edep ve ürperti içinde dinlememiz gerektiğini gösteriyor:
Tabii, görecek gözü olanlara!
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 44 ziyaretçi (62 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|